Birçok anlamda dinamik bir oyuncu konuğumuz var ENTELANKARA'nın bu bölümünde, Özgün Çoban. Kendisini tanıyanlar kastettiğim dinamikliği anlayacaklardır zaten. Eğer tanımıyorsanız da özellikle son yıllardaki işlerini takip edin derim, işte o zaman farklılığı anlayacaksınız muhtemelen. Gerçekleştirdiğimiz podcastte de bu farklılıklara yönelik ipuçları bulabileceksiniz diyorum ve sizi soru ve cevaplarla baş başa bırakıyorum.
Özgün Çoban: Merhaba Özgün Çoban ben, öncelikle muhteşem sorular için gerçekten teşekkür ederim. Evet, şimdiye kadar yaptığım röportajlarda, podcastlerde -ilk podcastim gerçi- ilk defa bu kadar donanımlı sorular hazırlayan biriyle karşılaşmamıştım, bu yüzden elinize sağlık.
ENTELANKARA: Ankara'da kaç yılınız geçti? Hala sık gelip gidiyor musunuz Ankara'ya?
Özgün Çoban: Ankara benim için devamlı gidip gelmelerin olduğu bir şehirdir. Ben Bitlis Tatvan'da doğdum babamın mesleği gereği. 6 aylıkken Ankara'ya gitmek zorunda kaldım. Sonra, işte dokuz yaşına kadar Ankara'da kaldım. Ardından başka şehirlere gittim ve ortaokul döneminde tekrar Ankara'ya döndüm. Sonra yine başka bir yere gittim ve lisede tekrar Ankara'ya döndüm. Üniversite için Kıbrıs'a gittim, ancak Hacettepe Konservatuvarını kazandığım için tekrar geri döndüm. Sonra başka bir okul bitti ve İstanbul'a gittim, fakat tekrar Ankara'ya geri döndüm. Diyarbakır-Ankara gibi sürekli geri dönüşlerin olduğu bir şehir benim için. Ankara'da hayatımın büyük bir çoğunluğunu geçirdiğim için, nerelisin diye sorduklarında "Ankaralıyım" demek daha kolay geliyor.
ENTELANKARA: Sizi Ankara'ya bağlayan nedenler nelerdi? Kısacası neden Ankara'daydınız. Bu bir seçim miydi, yoksa zorunluluk muydu?
Özgün Çoban: Anneannem ve dedem Ankara'da yaşıyorlar. Dolayısıyla, sürekli gidilen bir yerdi bizim için Ankara. Babamın sürekli tayin olmasından dolayı, bir yer belirlemek gerekti. İşte o yer de bizim için Ankara oldu. Anneanne ve dede orada olduğu için hep geri döndüm ve bu yer benim için bir anda önemli hale geldi. İlginç olan şu ki, hayatımda yaşadığım zorluklarda genellikle Ankara beni en rahatlatan şehir oldu. Kendi içimde başka şehirlere ve yerlere ait hissetme konusunda sorun yaşadım çünkü çok sık taşındım ve farklı şehirlerde yaşadım. Bu nedenle bende bir arızaydı aidiyet hissedememe. Ama Ankara, bir bakıma, en çok ait hissettiğim yer gibi çünkü hep geri döndüm, hep iyileştim, hep bildiğim ve aynı kalan bir yerdi. Bu yüzden arada sırada zorunluluktan dolayı başka yerlere gitsem de, Ankara'ya dönüyorum. Biraz seçimle biraz da zorunlulukla bir yerde sanırım.
ENTELANKARA: Hacettepe'den mezun olduktan sonra Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda göreve başlıyorsunuz. Aynı dönemde Ankara'daki dizilerde de yer almıştınız. Konservatuardan hemen sonra atıldığınız çalışma hayatınızda şaşırdığınız, zorlandığınız durumlar oldu mu? Okul ve sektör arasındaki belirgin farklar nelerdi sizin için?
Özgün Çoban: Şimdi konservatuara girerken, çok farklı, bambaşka hayallerim vardı. Konservatuvarda okurken süreç içinde bu hayaller değişti, gelişti, dönüştü. Sonra mezun olurken tamamen farklı hayallerim oldu. Mezun olduktan sonra da değişti. Hala da değişmekte, bazen başa dönmekte. Okulda bambaşka bir hayali okuyorsunuz, yani söylemek gerekirse idealize ettiğim bir tiyatro var, bir biçim var. Ya da öğrenmeye çok açsın gibi. Ama işte devlet tiyatrosuna başladığınızda, o açlık birden memuriyete dönüşebiliyor. Çünkü etrafında tiyatro yapmaktan sıkılan insanlar olabiliyor ve "Artık hala bu oyunları mı oynuyoruz" diyen insanlar ortaya çıkıyor. Ya da böyle devam ederken birden farklı bir vodvilin içine düşüyorsunuz. “Gerçekten bunu oynamak için mi girdim ben Devlet Tiyatrosu’na,” diye düşünüyorsunuz, bir hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. İşte dizi yapacak olsam, başka bir sistem var, orada o sistemin içine giremiyorsunuz. Çünkü siz başka bir tedrisattan gelmişsiniz ve çalışmak üzerine, “bir karakter çıkarayım, analiz edeyim bu sahneyi,” diye başlıyorsunuz ama... Orada önemli olan doğal bir şekilde repliği söylemek, doğal bir şekilde okumak, kaşları gözleri çok oynatmamak üzerine bir oyunculuk sistemi var. Şimdi bir de öyle oynayan çok fazla daha yakışıklı, güzel arkadaşlar da var, onların karşısında da fazla fazla oynamış oluyorsunuz. Birden kafanız karışıyor, yani konservatuardan çıktıktan sonra. Sonra da bunun orta bir ayarını tutturmaya çalışıyorsunuz. Evet, o dizi farklı bir şey, orada karşında böyle oynanıyor, ben de şimdi böyle olmalıyım diye bir matematiğe oturtmaya çalışıyorsunuz aslında. Aynı zamanda bir sürü fark var tabii. Şimdi kaç yıl oldu mezun olalı, 2009'da mezun oldum. Sonra mesela bir iki sene içinde bayağı acayip bir şey yaşadım. Aslına bakarsanız bir dizi yapmayacağım, televizyona çıkmayacağım, biraz içime döneceğim, başka bir şey istiyorum. Ne istediğimi hatırlamam lazım. Oyunculuktan ne bekliyordum, neler bekliyordum, oyunculuk yaparken ilk kalbimdeki hislerim ve oyuncu olmak istememin nedeni neydi? Bunları hatırlamak için çalışmalar yaptım, bir döneme girdim. Bir senedir o ateşin içinde neden yandığını hatırlamaya başladım ve oyunculuğa bakış açım da, bunu yapma şeklim de değişmeye başladı. Bu telaşın içinden bir şekilde çıktım, para kazanmalıyım, daha çok para kazanmalıyım, bu işte görünür olmalıyım, şu tiyatroda oynamalıyım gibi bir telaşın içinden kendimi çekip çıkardım bu vesileyle. Şimdi daha temiz bir bakış açısına sahip oluyorum ve böyle enteresan bir sürecin içindeyim. Bakalım, bu yaptığım işleri nasıl etkileyecek, onu da görmeye başlayacağım. Umarım...
ENTELANKARA: Estonya Tiyatro ve Müzik Akademisi'ne de katıldınız bir dönem. Oradaki sahne eğitimiyle buradaki eğitim arasında ne gibi farklar vardı?
Özgün Çoban: Şöyle söyleyeyim, oradaki eğitimden sonra Türkiye'ye döndüğümde, okulu bıraksam mı acaba diye düşündüm. Çünkü Estonya'daki okulda eğitim alan arkadaşlarımın bedensel ve tiyatro alanında neler yapabildiklerini görünce, burada herhangi bir okuldan mezun olmamın çok da önemli olmadığını düşündüm ilk etapta. Çünkü aralarında dağlar kadar fark olduğunu fark ettim. Türkiye'nin eğitim sistemiyle ilgili olarak, bunu ben söyleyebilirim ve aynı şekilde mezun olan arkadaşlarımız da söyleyebilir diye altını çizmek istiyorum. Çünkü bazı tiyatro eğitimi veren okulların, oyuncu koçlarının, bazı alaylı arkadaşların eğitim almadan okullara bok atmasına çok katlanamıyorum. Onu da söyleyeyim. Yanı bırakın da bu eleştirileri bu okullardan mezun olan arkadaşlar yapsın. Ben de tam bu noktada yapıyorum.
Bizim Türkiye'de ekoller var. Ben de çok yoğun bir ekol sistemiyle mezun oldum. Estonya'da bir sürü farklı ekol var ve bu ekollerin birleşimiyle ortaya çıkan bir sanat anlayışı var. Rusya ve Almanya gibi ülkelerin etkisi altında kalmış bir ülke olarak, sanat yapılarından etkilenmiş ve bu ülkelerin sanatçılarıyla çalışmış bir ülke. Dolayısıyla, mesela Rus disiplininden aldıkları en önemli şeylerden biri bedensel çalışma olabilir. Orada insanlar gerçekten haftada çalıştıkları klasik danslar, akrobasi gibi bedensel çalışmalara yoğun bir şekilde katılıyorlar. Aynı şekilde ses eğitimi için de farklı ses eğitim dersleri bulunuyor. İnanılmaz bir disiplinle sabahın erken saatlerinde okula başlıyorlar. Öğlen arasında öğrenciler kendi yemeklerini yapıyorlar çünkü öğle arası çok uzun bir süre değil. Bu vesileyle, onların konsantrasyonları bozulmuyor ve eğitimlerine devam edebiliyorlar.
Bu okulda oldukları sürece dış dünya ile çok da bağlantıları yok çünkü yoğun bir eğitim programları var. Bölüm başkanı beni çağırıp “derslere girmiyorsun,” falan demişti. Ben de dedim ki “ben Türk’üm, bu kadarına alışkın değilim.” Bir de “Erasmus öğrencisiyim. Ülkenizi de gezmek görmek istiyorum, bu çok yoğun bir tempo benim için şu anda. Biraz da farklı kültürleri tanımak istiyorum tiyatro dışında,” diye mantıklı bir şey söyleyip arada da gezmeye vakit ayırmıştım. Sıfırdan orada okumak güzel olabilirdi.
Bu arada tamamiyle de gömmeyeyim. Okulun alaylı olmaktan en büyük farkı çok fazla deneyimleme şansınız oluyor ve deneyimlere de geri dönüt alabiliyorsunuz. Çalışkan bir öğrenciyseniz birçok tirat çalışabiliyorsunuz. Bir iki tane de olsa sizi yönlendiren hocalar olabiliyor. Böylelikle bambaşka bir serüvenin içinde olabiliyorsunuz. Nitekim o birkaç hocama çok teşekkür ederim.
ENTELANKARA: Ankara'da hangi mevsimde, hangi güzergahta yürümeyi seviyordunuz? Neden?
Özgün Çoban: Romantik bir soru. Ankara'da genelde böyle Kızılay'dan eve dönüşlerde, gece saat 2, 3 veya 4 gibi, sabaha karşılar…. Ben bu durumu severdim. Mekandan çıktıktan sonra hemen eve gitmek yerine, yürüyerek eve doğru ilerlemek hoşuma giderdi. Her mevsimde, hava ne olursa olsun, evime kadar yürümek keyifliydi. Çok soğuk, sıcak veya yağmurlu olsa bile. Evler de hep değişti.. Kolej’in olduğu bölge zaten yakındı, oradan hemen aşağı doğru yürürdüm. Esat’ı da yürümeyi severdim orada. Daha sonra GOP (Gaziosmanpaşa) bölgesine doğru yürümek daha eğlenceli ve uzun bir yol olurdu. Yürümek düşünecek çok şey olduğu için Ankara'da iyiydi, çoğu zaman başka bir şansınız yoktu, özellikle öğrencilik döneminde.
Bir de tabii, Kızılay'ı Tunalı'ya bağlayan o eski Demokrat Parti binasının arasından geçerek, IF’in olduğu sokağa bağlanıp oradan yukarı çıkmak da güzel bir rota olurdu. Asıl önemli olan, benim hafızam sokak isimleri konusunda o kadar iyi olmasa da, Hacettepe'ye yakın böyle iki yanı kavaklı bir yol vardı. Özellikle kışın kar yağdığında veya sonbaharda kavakların yaprakları döküldüğünde, o sokak çok etkileyici olurdu. Arkadaşlarımla bazen okuldan çıkıp, sadece o mevsimde o sokakta yürümek için giderdik. Besevler civarında, kavak ağaçlarıyla çevrili bir sokak vardı. Bu sokak, orada oturanlar veya hafızası iyi olanlar tarafından hatırlanacaktır.
ENTELANKARA: Söyleşilerinizde benzer rollere sıcak bakmadığınızı, farklı rollerde yer almak istediğinizi söylemiştiniz. Farklılık arayışı oyuncular için ve özellikle de sizin için neden bu kadar önemli?
Özgün Çoban: Önemli mi, herkes için bilmiyorum çünkü. Yani, ben bu konuda seçimler olduğunu düşünüyorum. Şu an galiba farklı ekoller var, bazı oyuncular "Hani, ben bu tarz insanları oynamak istiyorum" diyor sanırım. Yani dolayısıyla kendi bedeni, kendi ses tonu, fiziği hatta ifadesine yakışan rolleri seçerek oyunculuk hayatlarına devam ediyorlar ve bunu yaparken de sonuçta, tabii ki, bunu çok fazla deneyimledikleri için çok başarılı yerlere gidiyorlar. Yani çok iyi oynuyorlar artık o rolleri. Bir de işte, benim kendi adıma, benim sevdiğim böyle, her biri farklı, biricik olsun. Ya bu arada, yani oynadığımız kahramanlar birbirine çok benzese de illaki biricik olacaktır çünkü yani bizden çıkıyorlar ama ben kendi içindeki biricikliği de arayan bir oyuncuyum, diyebilirim. Hani, kendimin de başka biricik yanlarını bulmaya çalışmak, o da nereden geliyor bilmiyorum. Yani, bir sürü farklı insan olmayı seviyorum. Dönem dönem ilgilendiğim hobilerim değişiyor. Yani atıyorum tırmanışa merak saldım son birkaç senedir. O beni ve başka bir kimse haline getiriyor. Yani, bu tırmanışın bana kattığı bir şeyler var ve başka biri oluyorum. O yüzden başka biri olmayı da deneyimliyorum kendi hayatımda da. Oynayacağım roller konusunda da biraz fazla deneyimsever bir insanım galiba. Başka bir şey de denemek istiyorum çünkü yapabilir miyim, onu görmek istiyorum. Belki kendime bir challeng olsun istiyorum. Seviyorum denemeyi. Bu neden kadar önemli bilmiyorum. Önemli mi, onu da bilmiyorum. Önemi yok aslında. Bunu seviyorum sadece.
ENTELANKARA: Tamamen boş bir gününüz var. Ankara ile baş başa kaldınız. Bu boş günde neler yapar, nerelere uğrarsınız. Günü ve hatta geceyi nasıl kapatırsınız?
Özgün Çoban: Kaç yaşında olduğumu ve hayatımın hangi evresinde olduğumu söylememişsiniz, eksik olmuş. Neyse, aslında bunun pek önemi yok. Ankara'da, gidilecek yerlerden çok, orada kimlerle olduğunun daha önemli olduğunu düşünüyorum. Hala hatırı sayılır bir arkadaş çevrem var orada ve onları çok özledim. Ankara simidiyle başlarız, belirtmek isterim ki Ankara simidi en güzel simittir, ne İzmir'in gevreği, ne de İstanbul'daki simit onun yanına yaklaşamaz. Simitli bir kahvaltı yapılmalıdır muhakkak. Sonra başka yerlere gitmek, güzel kahve içebileceğimiz mekanlara uğramak. Özellikle Tunalı civarında birçok güzel ve vegan seçenekli restoran açıldı Ankara'da. Onlardan birini denemek iyi bir seçenek olabilir. Ardından akşam için hazırlanmaya başlamak, hava nasıl ona göre karar vermek gerekiyor. Eskiden Seğmenler'de içerdik Meclis Parkı'nda, ama artık mümkün değil gibi görünüyor. Sonrası gecenin ilerleyen saatlerinde ise mini barda içmek ya da Kennedy’de benzinliğin karşısındaki mekanı tercih etmek olabilir. İsmini unuttum, hafızam benimle oyunlar oynuyor gibi görünüyor. Orada arkadaşlarla hoşsohbetler yapmak çok keyifli olurdu. Evet, bu örneklerin içinde en önemli şey arkadaşlar ya da birinin evine gitmek. Tüm bu geceyi orada tamamlamak, arkadaşlarla birlikte olmak Ankara'nın ruhunu yansıtır. Arkadaşların nerede olduğu önemli değil, önemli olan birlikte vakit geçirmek. Tabii, romantik bir soru bekliyorsanız, Kuğulu Park'a gidip kuğulara simit atmak gibi şeyler düşünmeyin. O kadar romantik değilim maalesef. Kuğulu Park’ı da severim bu arada. Tek başıma zaman geçirmekten de hoşlanırım. Burada sabahları tanıştığım insanlar da olmuştur Kuğulu Park'ta. Ankara'da soğukta durulabilecek en güzel yerlerden biridir orası. Eskiden öğrencilik zamanlarımızda, sağlıklı olmadığını bile bile, sabah olmasını bekleyip oturduğumuz olmuştur Kuğulu Park’ta, çukur olduğu için.
ENTELANKARA: Farklılık arayışınızı sahnelerdeki işlerinizde de görebiliyoruz. Oyunlarınız durağanlıktan çok uzak, yüksek efor gerektiren performanslar oluyor genelde. Örneğin Soytarılar oyununuz. Devam edecek mi Soytarılar ya da dinamikliğin ön planda olduğu başka işleriniz de olacak mı? Sahnelerinizdeki bu hareketliliği, akrobasileri, renkleri neye borçlusunuz?
Özgün Çoban: Evet, görebiliyoruz seçtiğimiz işlerde. Çünkü böyle, ben de hayatımda yine böyle bedenle ilgili şeyler yapmaya başladım ve bunları araştırdığım bir döneme girdim son beş senedir falan. O yüzden bunların getirisi olarak sahnede de galiba böyle arayışlar içine girmeye başladım. Soytarılar için biz yaklaşık 8 ay falan havada akrobasi dersleri aldık. Sonra işte iki kere oynayabildik. Çünkü birincisi böyle sahne bulmakta zorluk çektik. 7-8 metrelik bir tavan yüksekliği ve lastikli ipleri astığımız yerlerin de bir iki ton taşıyabilme gücüne sahip olması gereken yerler olması gerekiyordu sahnelerin. Böyle sahneler yok, daha doğrusu var mı emin olamıyorum, çünkü genelde sahnelere gidip konuştuğumuzda işte “bir iki ton taşır mı burası” diye sorduğumuzda, “yani taşır ya” falan diyorlar insanlar ve biz de böyle “abi bak yani ölümcül bir şeyler, üzerinde taklalar falan atıyoruz, düşüp ölmememiz lazım,” dediğimizde de bunu göze almayıp “yok taşımaz o zaman ya herhalde” falan diyorlar insana. Bunu sorabileceğimiz bir bilirkişi yok mu, yok. Sahnelerimiz genelde çok niteliksiz. Onu söylemek gerekir, yani bu tarz hayaller kurmak için biraz önceden araştırma yapın, bizim gibi böyle yaptıktan sonra “yok mu gerçekten asabileceğimiz bir sahne ya” falan diye kalmamanız için önden araştırma yapın. Çok nitelikli değil sahnelerimiz, ya da nitelikli olsa dahi bu sahne yöneticileri tarafından bilinen özellikler değil. Sıfırdan da böyle şeyler yapmak isteyen arkadaşlara ufak bir tavsiye olsun. Bu anlamda işte biraz zor. Aslında yapmak istediğim havada daha fazla iş var ama böyle cesaret edip, nereye asarız ne yaparız falan diye, yani bunlar işte böyle biraz köreltiyor senin yapmak istediğin şeyleri. Ama yine de bir şekilde devam etmeye çalışıyoruz. Soytarılar bazında devam edemiyoruz çünkü bütün oyuncular ve benim de dahi ve artık kondisyonumuz yok. Ara pandemi girdi, öncesinde sahne bulamadık edemedik falan derken bir ay sonra da pandemi oldu zaten oynayamadık iki senede. Ve dolayısıyla artık öyle bir hale geldi ki, o kondisyonu tekrar kazanmak için bizim 6-7 aya ihtiyacımız var tekrar. Öyle bir enerjimiz yok sanırım, ama yine de içinde hareketin olduğu oyunlar yapmaya devam edeceğim. Çünkü bu artık bana çok yerleşti, bunu seviyorum, yani hareketle tiyatroyu birleştirmeyi. Bunu neye borçluyum, hayatta geldiğim noktayı, ben bir oyuncu olarak sürekli eksiklerine yönelen bir insanım. Eskiden beri hareket konusunda becerilerim vardı ama yinede akrobasi konusunda biraz kapasitem azdı. O da güçsüzlükteni kassızlıktan geliyordu. Son beş senedir kas yapımı güçlendirmek, çeşitli alternatif sporlara yönelmek üzerine aynı zamanda yaptığım işlere de yansımaya başladı. Çünkü beden kapasitem arttı. Artık çevrede de böyle biliniyor oldum. En son “hadi bir oyun yapacağız” denildiğinde genelde bedene dayalı işler gelmeye başladı. Çevrede de böyle bilinmeye başladı. Dolayısıyla üzerime yapıştı galiba bu. Olsun, birkaç sene yapışsın, sonra başka bir şeye geçeriz hayatımızda.
ENTELANKARA: Tiyatro ve teknolojinin iç içe geçtiği durumlara yönelik çalışmalarınız da var bildiğimiz kadarıyla. Tiyatroda VR kullanımına yönelik girişimleriniz olmuş. Hayalinizdeki teknoloji ve tiyatro birlikteliğini biraz anlatır mısınız? Teknolojinin dahil olmasıyla birlikte hissiyat kaybı yaşanır mı sizce tiyatrolarda?
Özgün Çoban: Pandemi öncesinde birkaç arkadaşımızla bir araya gelip, aynı zamanda Galataperform, tiyatro üzerine dijitalleşme konularında konuşmaya başlamıştık zaten. Pandemide, herkesin merak ettiği bir konuydu. Pandemi sürecinde tiyatronun yüz yüze yapılamaması bir kazanç kapısı gibi görünse de aslında dünyada ve hayatımızda örnekleri daha önceden başlamıştı. Bu, benim için tiyatro sanatının başka biçimlerden ve disiplinlerden beslenebilmesini ve sanata farklı bir bakış açısıyla yaklaşabilmesini sevdiğim anlamına geliyor. Bu nedenle genellikle işlerimde bu tarz unsurları kullanıyorum. Teknoloji kısmı da benim için korkutucu değil, hayatıma dahil etmeye çalıştığım, öğrenmeye ve anlamaya çalıştığım bir şey. Bu alanda meraklı olduğum için bahsettiğim bedensel farkındalık gibi unsurlar da sanatıma yansımaya başladı. Dolayısıyla teknolojiyle ilgili farkındalığım ve merakım arttıkça, sanatımda da bu yönde bir değişim başladı. Ayrıca, bu şekilde sınırlar da ortadan kalkıyor ve yeni sınırlar beliriyor. Elbette başka sınırlar olabilir, tiyatro camiasında çevresel sınırlar veya mahalle baskısı gibi etkiler. Dijital tiyatro gibi bir şeyin mümkün olmadığını söylemek veya böyle bir şeyin hissiyat kaybına yol açacağını düşünmek gibi mahalle baskıları ve reddedişler duyuluyor tiyatro camiasında. Elbette, canlı izlemekle diğer platformlarda izlemek arasında farklılıklar vardır. Onu farklı bir şekilde kabul etmek ve öyle izlemek gerekir.
Evet, bir diğer projem VR üzerinde çalışıyorum, bir oyun yazıyorum. Yazarlık konusunda beceriksiz olduğumu düşünüyorum, bu yüzden bazen zorlanabiliyorum. Ancak sonuna doğru ilerliyorum gibi görünüyor. Ayrıca, bütçeleme konusu gibi sınırlamalar da var. Türkiye'de tiyatro sanatına ayrılan bütçeler, yurtdışındaki kaynaklarla karşılaştırıldığında oldukça düşük kalıyor. Dijital işler yaparken, bir bilgisayar mühendisi gibi teknolojiye hakim biriyle çalışmanız gerekebilir. Bu tür insanları bütçeniz dahilinde çağırmak zorundasınız. Tiyatro camiasında bütçeler yüksek olmadığı için bu da bir sınırlama getiriyor. Dolayısıyla bir sınır daha geliyor önünüze. İnsanlar bazen o işin kolay olduğunu düşünerek yarım saatlik bir kod yazmanızın yeterli olduğunu düşünebilirler. Bu yanlış bir düşüncedir. Bu konuları anlamak için biraz daha bilgi sahibi olmalıyız. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, böyle işlere başlayan ekipler ve sponsor olmak isteyen insanlar da var gibi görünüyor. Yani, yapabileceğimize inanıyorum. Bu nedenle teknolojiden korkmamak ve bunu işimize dahil etmek gerekiyor. Ne kadar fazla birleştirebilir ve paylaşabilirsek, deneyimlememiz gereken şeyler o kadar artar diye düşünüyorum. Yeni şeyleri reddetmek yerine açık olmalıyız, aksi takdirde bağnaz olabiliriz.
ENTELANKARA: Hayranlıkla izlediğiniz oyuncular hangileri? En çok hangi performanslarını sevmiştiniz?
Özgün Çoban: Bülent Emin Yarar'ın bir Beckett oyunu olan “Oyun Sonu” oyunundaki performansını gerçekten çok beğeniyorum. Türkiye'de en sevdiğim oyunculardan biri ve örnek aldığım oyunculardan biridir, ayrıca insan olarak da severim. Ayrıca Yeşim Özsoy’u çok seviyorum. Son zamanlarda izlediğim en iyi performanslardan biri, “Yüzyılın Evi” oyununda sergilediği performansı gerçekten görülmeye değer. Bu sezon hala oynuyor, yakalarsanız izlemenizi tavsiye ederim.
ENTELANKARA: Yüzlerce bölüm süren dizide yer aldığınız gibi kısa zamanda final yapan dizide de gördük sizi. Televizyon seyircisinin beklentilerini öngörebiliyor musunuz? Bir dizi projesinin uzun soluklu olup olmayacağı nelere bağlı sizce?
Özgün Çoban: Yani çok uzun soluklu olan “Beni Affet”, yani bayağı bir süredir prime time'da birincilikler adlı. Bence bu başarının en büyük sebebi oyuncu kadrosu, çok doğru bir seçim yapılmış. Herkes çok iyi bir oyuncu. O rol için biçilmiş kaftan oyuncular olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla seyirciye samimiyet geçiyor.
Günlük dizi formülünde olsa bile o samimiyet sağlanabiliyor. Kısa süreli işlerde ise biraz samimiyet eksikliği olabiliyor. Ayrıca çoğu zaman doğru kadro oluşturulamıyor gibi geliyor. Nitelikli oyuncular yerine sadece popüler olanlar tercih ediliyor. Bazen de bu yeterli olmuyor. Bence bir dizinin tutmamasının büyük sebeplerinden biri bu.
Dizi izleyicisinin ne beklediğini çok iyi bilmiyorum. Çünkü aslında bu birbirini besleyen bir ekosistem gibi. Seyirciye bir şey sunuyorsunuz ve o seyirci ondan besleniyor. Bir sonraki diziden beklentisi de o ortalamaya göre oluşuyor. Eğer sürekli aynı kalitede işler sunmaya devam ederseniz, ilgi azalıyor ve çıtayı yükseltme fırsatı da oluşmuyor. Bu ayrıca dizi süreleriyle de ilişkili. Bu saatlerde kalmasıyla, bir dizinin nitelikli bir iş yapma şansı sıfıra iniyor gibi görünüyor. Bu sistem benim için can sıkıcı bir hal aldı. Ne güzel bir rol dediğim şey olmadığı sürece, böyle bir sistemin içinde var olmayı tercih etmiyorum açıkçası.
ENTELANKARA: Aldığınız rolü özgürce şekillendirmenize fırsat veren yönetmenle çalışmak mı, yoksa kendinizi tamamen yönetmenin direktiflerine teslim etmek mi? Hangisi daha çok tatmin eder sizi?aldığınız rol özgürce şekillendirme fırsatı yönetmenle çalışmak mı yoksa yöneticisi Yoksa kendini tamamen yönetmenin direktifleri teslim etmek mi Hangisi daha çok tatmin eder size
Özgün Çoban: Yani, ikisi arasında bir denge olmasını seviyorum galiba. Yani, kendimi tamamen yönetmene teslim etmeliyim ki kendi özgürlük alanımda rahatça oynayabileyim. Yani, bir yönetmenin bana iyi bir şekilde anlatabilmesi önemli. Ne istediğini, o sahnede ve oyunda benim oynadığım rolü nasıl şekillendirdiğini ve yarattığı dünyaya nasıl hizmet ettiğini iyi anlatabilmesi gerekiyor. Böylece, onun anlattığı bu dünyanın içinde özgürce var olabilirim. Sınırlarımı bilmem için, böyle bir iletişim yakalamak gerçekten önemli. Eğer böyle bir yönetmen tanıyorsanız ve benimle tanıştırabilirseniz çok memnun olurum.
ENTELANKARA: Son yıllarda gittiğiniz ve aklınıza yer eden tiyatro, konser veya herhangi bir sahne etkinliği var mı?
Özgün Çoban: Demin bahsettiğim oyunu izleme şansım oldu. Yeşim Özsoy’un “Yüzyılın Evi” adlı oyunun prömiyerini Berlin’de izlemiştim. Sonrasında Türkiye'de Türkçe versiyonunu izledim. Gerçekten çok iyi bir oyun. Ayrıca, İngiltere'de Fringe Festival'de de sahnelendikten sonra birçok İngiliz gazetesinde "mutlaka izlenmesi gereken 10 oyun" gibi ifadelerle yer aldı. Ben de tavsiye ederim. Ne yazık ki, Türkiye'de böyle şeylerin değerini maalesef tam olarak bilmiyoruz, ama gerçekten harika bir oyun.
ENTELANKARA: Vegansınız ve ayrıca kültür sanat alanında kadınlara yönelik şiddetin normalleştirilmesine karşı da bir tepkiniz var. Proje tercihlerinizi bu hassasiyetleriniz doğrultusunda şekillendiriyorsunuz. Peki proje seçerken zorluyor mu sizi bu durum? Çünkü ne yazık ki özellikle televizyonda bu hassasiyeti gösteren çok az yapım var.
Özgün Çoban: Özellikle kadına şiddet ve toplumun kadını koyduğu yer snoop, başarılı, yakışıklı oğlan ve şapşal kız durumu bile bence kadın-erkek eşitliğine, feminist harekete çok büyük zararlar veren bir formattır. E tabii bu tarz dizilerle bilinen bir oyuncuyu “HeForShe” temsilcisi ilan etmek PR çalışmasıyla, sonra röportajlarda “artık seksist küfürlere gülmüyorum ve yapan arkadaşlarımı da uyarıyorum,” demesi ve feminizmin Türkiye’de bu seviyede olması biraz üzücü. Dolayısıyla bana gelen işlerde de özellikle kadına kötü davranılması idealize ediliyor mu, kadına kötü davranan kişiye hayranlık atfediliyor mu diye bakıyorum. Tabii ki “kadına karşı nasıl davranıyor, kötü davranıyor, o zaman ben oynamıyorum,” gibi sığ bir bakış açısıyla yapmıyorum bunu. “Kadına kötü davranıyordur ve bu adam kötü bir adamdır, böyle adamlardan olmayın,” diye mesaj veriyorsa, tabii ki okeyim.
Veganlık konusunda da tabii ki böyle bir hassasiyetim var. Kendin yiyip içiyorsam bunu setten talep ediyorum, bulamıyorlarsa ben götürüyorum gibi bir durum var. Yani bu karakter vegan olsun diye sırar edemiyorum, yani böyle ısrar yok çünkü yani evet veganlık, bu başka bir şey. Yani henüz onun karakterlere yansıması nasıl olacak bilmiyorum, ya bir prototip olarak yansıyacak muhtemelen Türkiye'de yansırsa dünyada da öyle başladı Amerika'da. Bir prototip hani eşcinsel prototip iste ne bileyim yogacı prototipi falan gibi bir şekilde başladı. Türkiye'de de biraz öyle başlar böyle karakterler muhtemelen.
Kendi hayatımda tabii ki tercihlerimi etkiliyor. Sette “ben veganım ve bana vegan yemek çıkarmak durumundasınız,” dediğimde tabi bir pasif bir vegan aktivizmi yapmış oluyorum aslında ya da katıldığım etkinliklerde de aynı şekilde oluyor. Aslında belki küçük bir türcülük kavramını açmak gerekir burada. Hepimiz seviyoruz kedileri köpekleri, onları beslemek istiyoruz işte sokakta gördüğümüzde üzülüyoruz falan ama bir yandan gözümüzle görmediğimiz, nasıl koşullarda yetiştirildiği, bizim soframıza gelene kadar neler çektiğini bilmediğimiz hayvanlara da üzülmüyoruz ve onları yemeyi tercih ediyoruz. Dolayısıyla türcüyüz diyebilirim. Türcülük kavramı biraz araştırmanızı tavsiye ederim dinleyen arkadaşlarıma. Çünkü biraz böyle bir çeşit ikiyüzlülük, ya hepimiz bir şekilde bir konuda ikiyüzlüyüz ama ne kadar bunları konuşup tartışabilirsek belki o kadar da belki içimiz rahatlar, yaşama bir başka perspektiften bakmış oluruz gibi geliyor bana. Bu da yani hassas bir konu bence çünkü nasıl bir insanı öldürmeye hakkımız yoksa bir hayvanı öldürmeye de hakkımız yok. Sırf yemek için. Ve onu yediğimizde aldığımız besinlere de ihtiyacımız yok arkadaşlar. Yaklaşık beş buçuk yıldır veganım ve çok sağlıklıyım. Kan değerlerimi paylaşabilirim isteyenlere.
ENTELANKARA: Devam eden veya yakında gelecek olan projeleriniz var mı? Sizi nerelerde izleyebileceğiz?
Özgün Çoban: İki sinema filmim var. Pandemi dolayısıyla girememişlerdi vizyona, onlar girecek. Ayrıca, çok mutlu olduğum bir tiyatro oyununa da başladım. Resmi olarak söyleyebilirim ki, "Medea ve Ahlak" adında bir oyun yapıyoruz. Bu oyunu Galata Perform'da Yeşim Özsoy'un yönetiminde gerçekleştiriyoruz. Şenay Gürler ile birlikte oynayacağız ve 9 Nisan'da prömiyerini yapacağız. Muhteşem bir metin. Sezon boyunca da sahnelenecek ve önümüzdeki sezonda da oynama planlarımız var. Gerçekten etkileyici bir metne sahip, özellikle günümüzde herkesin ahlak sattığı ve kendi ahlakını yitirdiği bir dönemde bu oyun önemli bir mesaj taşıyor. Umarım harika bir oyun olacak, onu bekleriz.
ENTELANKARA: Son sözleri tamamen size bırakıyoruz. Yaptıklarınıza, yapacaklarınıza, üretimlerinize dair neler söylemek istersiniz. ENTELANKARA dinleyicilerine son tavsiyelerinizi, önerilerinizi, umut aşılayan aforizmalarınızı dinliyoruz.
Özgün Çoban: Sanatçı olarak, işlerimde daha sade ve performatif bir yöne doğru ilerlemeye başladığım bir dönemdeyim. Röportajın başlarında neden oyunculuk istediğimi ve o ateşi neden yeniden hissetmek istediğimi hatırlamak için bir dönüş yapmak istediğimi söylemiştim. Sanırım bu yüzden farklı performanslar sergileyen ve bir şeyler anlatmaya çalışan çeşitli işler yapıyorum. Hem kendi hayatımda yaşadığım, hem de toplumsal olarak deneyimlediğim konulara bir dil ve nefes oluşturmaya çalışıyorum. Öyle şeyler üretmeye çalışıyorum.
Gelecekte topluluk tiyatrolarından ziyade bireysel performanslara yöneleceğim gibi görünüyor. İzleyiciler olarak sizler de bunları deneyimleyeceksiniz. Oyunculuk anlamında da reji anlamında da bunları izleyeceksiniz benden. Tavsiye olarak da, hayatta deneyimleyebileceğiniz birçok şey olduğunu söylemiştim. Hayata bence deneyimlemeye geldik. Önyargılarınızdan, toplumun sizden beklediği şeylerden, ailenizin, hükümetinizin ve çevrenizin beklentilerinden kurtulun ve kendi istediğiniz şeyleri denemeye odaklanın. Benim tavsiyem bu. Korkmadan değişmeye açık olmanız ve deneyimlemeniz gereken şeyleri bulmanızdır. Hayatta deneyimleyebileceğiniz çok sayıda şey var ve değişmekten korkmayın. Her şey, bir spor yapmak veya doğa yürüyüşü yapmak gibi, sizi değiştiren, dönüştüren ve geliştiren bir etkiye sahiptir. Bunların hepsine açık olup deneyimlemeye bakmalısınız. Çünkü bu hayatta tadını çıkarmalıyız. Özellikle ekonomik kriz ve salgın sonrası dönemde, hala devam eden bir dönemde, hükümetin ve sosyal baskıların etkisi altında bile, yapabileceğimiz en umutlu şey deneyimlemektir. Güzel şeyler deneyimlemek ve bunları sebepli bir şekilde yapmaktan bahsediyorum. Sadece denemediğiniz şeylerin farkında olmaktan bahsetmiyorum. Bir yerlere yürümek gibi bir deneyim için para harcamanıza gerek yok, sadece zaman ve bilgi edinmek için biraz çaba sarfetmeniz gerekiyor. Bu hayatta güzel şeyler deneyimlemek için birçok fırsat olduğunu unutmayın.
Bu güzel bir podcast oldu benim için ve sorularınız için teşekkür ederim. Ankara'yı seviyorum ve sizi de seviyorum. Teşekkürler.
ENTELANKARA'da konuğumuz Özgün Çoban'dı, kendisine çok teşekkür ediyorum katılımı için, güzel bir bölüm oldu. Haftaya bir başka konukla görüşmek dileğiyle, kendinize çok iyi bakın.
Podcastlerimiz Spotify, Apple, Google ve hatta YouTube'da...
Comments