top of page

Su İdil #11 ENTELANKARA



ENTELANKARA'dayız yine pek değerli bir sanatçı konuğumuz var. Caz sanatçısı Su İdil konuğumuz. Sorularımıza çok içten yanıtlar verdi. Ben podcasti hazırlarken bile çok keyif aldım gerçekten. Sizler de dinlerken aynı keyfi alacaksınız muhtemelen.


Kendisiyle yeni tanışacaklara bir tavsiyem var yalnız. Su İdil'in yanıtlarını dinlemeye başlamadan önce Spotify'da Su İdil'i aratıp Anlat Bana albümünü baştan sonra bir dinleyin bence. Albümün güzelliğiyle birlikte podcast daha anlamlı gelecek bundan emin olabilirsiniz. Şimdi sözü uzatmıyorum ve sizi Su İdil ile baş başa bırakıyorum.


Su İdil: Soruya başlamadan herkese merhaba. ENTELANKARA ile Ankara’ya dair bir sohbet yapacak olduğum için heyecanlıyım. Umarım dinleyenler için de keyifli olur bu söyleşi. Geçiyorum soruya.


ENTELANKARA: Ankara'da kaç yılınız geçti? Hala sık gelip gidiyor musunuz Ankara'ya?


Su İdil: Ankara’da 22 yılım geçti. 1994 senesi 29 Nisan’ında doğduğum günden 22, 23 yaşlarıma kadar Ankara’daydım hep. Hala sık geliyorum diyebilirim bir yandan da ama çok sık geldiğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Zaten bu pandemiden dolayı çok fazla bir yere kıpırdayamadık bir iki sene. Ama mutlaka konserler oluyor. Konserler olmasa bile sevdiğim insanları özleyip geliyorum ya da işte sağlıkla ilgili bir şey olduğunda güvenilir kaynaklara ihtiyaç olduğunda mutlaka bir Ankara ziyareti yapıyorum. Neticede memleketim :)


ENTELANKARA: Sizi Ankara'ya bağlayan nedenler nelerdi? Kısacası neden Ankara'daydınız. Bu bir seçim miydi, yoksa zorunluluk muydu?


Su İdil: Beni Ankara’ya bağlayan nedenler, yani aslında ailemin doğma büyüme oralı olması ve benim de Ankara’ya doğmuş bir çocuk olmam. Sonrasında da insan tabii belli bir yaşa kadar ailesiyle birlikte hayatı şekillendiği için benim ailem de Ankara'da olduğu için ben de Ankara’da yaşadım. Ama tabii bu benim için zorunluluk değildi. Her ne kadar Ankara uzaklaşıldığında kıymeti bilinen bir şehir olsa da Ankara’da yaşadığım 22 yılı, en azından hatırlayabildiğim kadarını çok keyifle, özlemle anıyorum diyebilirim. Çünkü orada gerçekten bu zamana kadar taşıdığım pek çok arkadaşlığın kökleri, dostluğun kökü Ankara’da. Ayrımcılık yapmak istemiyorum ama birazcık Ankara’nın sağlam dostluk kurmak ve arkadaşlıkların çok fazla yapılacak bir şey olmamasından ötürü sanıyorum, arkadaşlıkların belki de başka şehirlere göre biraz daha derin ve böyle başka tadı olan arkadaşlıkların olmasının sebebi de bu sanıyorum. Hem Ankara dostlukları daha derin kılıyor hem de dostluklar Ankara’yı olduğundan daha özel kılıyor. Anlayabiliyorum uzaktan bakan insanların Ankara’nın nesini seviyorsunuz demelerini ama oralı olunca insan bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyor.


ENTELANKARA: 2020'de Anlat Bana isimli albümünüz çıktı. Sözler size ait. Ortaya harika bir iş çıkarmış. Klibi de çıkan Yalnız Adam parçasını kaç defa dinledik hatırlamıyoruz. Peki bu güzel üretimin sancılı süreçleri oldu mu? “Şu konularda çok zorlandım,” dediğiniz noktalar hangileriydi mesela?


Su İdil: Her müzisyenin ilk albümü onun için ilk çocuk gibi bir şey gerçekten. Anlat Bana da benim için öyle. Hem ilk albümüm olduğu için hem de şahane müzisyenlerle birlikte çalıştığım için, onlarla bu süreci paylaşmış olduğum için ayrı bir yere sahip bende. Bir şeyler üretmek zaten başlı başına bir kaygı kaynağı gibi. Çünkü insanlar doğru anlayacak mı, samimiyetim geçecek mi, merak ediyor mu ki insanlar benim hikayelerimi gibi bir sürü soru dönüyor kafanızda. Sözler bana ait, ilk defa söz yazdığım bir iş bu. Yirmili yaşlarımın başlarında tam Ankara’dan ayrıldığım, ayrılmanın eşiğinde olduğum, üniversitenin yeni bittiği, büyüyorum galiba ben, benim hayatım nereye gidiyor, ben kimim falan gibi soruların fazlaca kafa kurcaladığı bir dönemde tamamiyle bana ait, organik ve gerçek hikayelerden oluşan sözler. Başında da dediğim gibi şahane müzisyenlerle bu süreci paylaştım. Normalde Anlat Bana ile başlayan tüm sorulara birlikte çalıştığım müzisyenleri anlatan uzun bir girizgah yaparım. Ama gördüm ki bir sonraki sorularda zaten onları uzun uzun anlatma fırsatım olacak o yüzden burayı şimdilik o soruya paslıyorum.


Su İdil: Üretimin sancılı süreçleri oldu mu sorusuna gelecek olursam tabii ki oluyor. Her işte olduğu gibi bunun da zorlu süreçleri oluyor ama ben, hele ki bu kadar içime sinen bir şey çıkmışken ortaya işte şöyle zorlandık, böyle bilmem ne oldu falan filan gibi işin zorluklarını uzun uzun anlatmam istemem açıkçası. Başkası da bana yaptığında sıkılıyorum çünkü. Sadece duygusal olarak kalbimi kıran şey aslında içimi acıtan şey şu oldu. Albüm çıktı, Ocak 2020’de, biz 19 Şubat 2020’de Last Penny’de bir albüm konseri yaptık. 150, 200 kişi vardı ve lansman konseriydi. Oradaki dinleyenlerin neredeyse tamamı parçaların çoğunu hep bir ağızdan söylediler ve ben o gece mutluluktan ağladım. Hemen bir ay sonra, albüm daha tazecikken böyle sanki albüm sırt çantamda benimle birlikteyken 120’yle giden arabayla tırtıklı ve sert bir pandemi duvarına toslamış gibi evde oturdum kaldım. Pandemi birden bire şu anda iki yıl öncesinin albümüne dönüşüverdi. Hak ettiği kadar sahnelerde çalamamış olduğumuz için, söyleyememiş oldum için biraz içim yanıyor açıkçası. ama daha vaktimiz var. Daha güzel olacak her şey. İnşallah o günlerde bolca albüm konseri yapacağız.


ENTELANKARA: İçinde buram buram müzik olan, özellikle de caz olan, sizi çok etkileyen filmler hangileriydir?


Su İdil: İçinde caz müzik barındıran ve beni etkileyen bir sürü film var. Tabii ki her caz meraklısı gibi ilk bu işlere başladığım zaman açıp izlediğim ve büyülendiğim, işte kült o Bird, Round Midnight gibi filmleri saymazsam eğer son dönemde benim gerçekten içimi titreten ve böyle Quincy Jones’a bir kez daha aşık olmama sebep olan Netflix’teki Quincy belgeseli bence şahane bir belgesel. Müzisyen olsun olmasın bütün sevdiklerimle baştan sona bir kere daha bir kere daha izlediğim bir belgesel. İzlemeyen varsa şiddetle tavsiye ediyorum.


ENTELANKARA: Ankara'da hangi mevsimde, hangi güzergahta yürümeyi seviyorsunuz? Neden?


Su İdil: Benim herhalde her şehirde ve her yerde bir bahar aşığı bir insan olarak çok şaşırtıcı bir seçim olmasa da üşütmeyen ve terletmeyen tatlı bir limonata havada, Reşit Galip’in en tepesinde, Köşk’e çok yakındı bizim evimiz, oradan Filistin - Arjantin Caddesi üzerinden ya da Köşk’ün oradan inip Seğmenler’den aşağı doğru Tunalı’ya süzülmek, Seğmenler’de bir çimlere yatıp kitap okumak, Kuğulu Park’ta bir simit yemek falan gibi şeyleri zaman zaman çok özlüyorum. Benim Başkent Üniversitesi’nde okurken de Tunus’tan servisler kalkardı sabahları. Flamingo Pastanesi daha kapanmamıştı Tunalı’da o zaman. Orada oturup sabah erken saatte, daha dükkanlar yeni açılıyorken çayımı içip, poğaçamı yiyip, kitabımı okumak ve öyle servise gitmek falan benim için üniversite yıllarının en özlediğim şeylerinden biriydi. Ankara adına da en çok özlediğim şeylerden biri olabilir Flamingo Pastanesi. Orası kapandıktan sonra Tunalı’nın çehresi maalesef birazcık değişti gibi hissediyorum.


ENTELANKARA: Tamamen boş bir gününüz var. Ankara ile baş başa kaldınız. Bu boş gününüzde neler yapar, nerelere uğrarsınız. Günü ve hatta geceyi nasıl kapatırsınız?


Su İdil: Yani bu soru o kadar daha cevaplamadan içimi açtı ki. Yine bir bahar zamanı, bir cumartesi gününü baz alırsak, böyle bir önceki gün söylenip akşama sahne alınıp yorunulmuş bir gecenin sabahında, bir tık işte on buçuk, on bir gibi kalkmışım, çoraplar montlar yeni çıkmış, işte sneakerlar kot ceketler trençkotlar yeni giyilmeye başlanmış falan filan o dönemlerde. Yine evden Tunalı’ya yürümek güzel bir fikir kesinlikle bir cumartesi günü. Vitamin’e gidip sosisli yemek olabilir. Kebap 49’a gidip pide yemek olabilir. Üstüne Cafe des Cafes’de bir kahve içmek olur tabii ki, Kamil ve Nesli’yi görüp. Sonrasında mutlaka ve mutlaka her Ankara’ya gittiğimde yaptığım gibi Süleyman’a (Süleyman Özyıldırım) uğrarım, Shades’e. Hangi plaklar gelmiş, Süleyman bu ara ne dinliyor, acaba kimleri dinlediğim için beni kınayacak falan gibi sorularla Süleyman’ın kapısını mutlaka tıklatırım. Oradaki müdavimlerle, Süleyman’la birlikte mutlaka sohbetler ederiz. Biraz müzisyen gıybeti yapılır, kim nerede ne çalmış, işte kimin konseri güzel kimin değil falan gibi. Sonra ne yaparım… Oradan çıkıp biraz dolanırım evime dönerim muhtemelen. Sonra akşam eş dostla Siyah Beyaz’a gidilebilir. Siyah Beyaz’da ben daha önce çalıp söylediğim için oradaki ahbaplarla bir ara kapatmaca, ne yaptın ne ettin, aa hiç değişmemişsin falan gibi. Sonrasında da herhalde gider yatarım ya, yeterli bir faallik benim için. Bir cumartesi günü adına. Genel olarak ben bu güzergahlarda takılmayı seviyorum sanırım. Ben hala Ankara’nın Ümitköy, yani Bilkent’in öte tarafına üniversite dışında çok böyle vakit geçirmek için ısınabilmiş biri olamadım. Hiç niyeyse Tunalı’da olmak, Ankara Kalesi mesela çok özlediğim yerlerden biri. Annemle babamın çok uzun seneler orada dükkanı vardı, antika dükkanı. Oralarda büyüdüm diyebilirim. Orayı da atlamayayım, mutlaka bir gider görürüm. Orada da Rengül ile Tufan’a uğrarım kesinlikle. Herhalde böyle bir güzergah olur yine ya. Ama şimdi konuştukça Ankara’yı tekrardan özlediğim galiba :)


ENTELANKARA: Her müzik türünde duygular çok önemli. Grupla birlikte caz yaparken sanki bu duygusal bağların önemi biraz daha belirginleşiyor gibi. Hem sahnedeki dostlarınızla hem de dinleyicilerle kurduğunuz bağları okurken psikoloji mezunu olmanızın avantajlarından yararlanabiliyor musunuz? Caz - Duygu -Psikoloji üçlüsünü nasıl bağdaştırıyorsunuz?


Su İdil: Tabii ki her müzik türünde duygular çok önemli. Ben zaten müzikleri, herhangi bir müzik türünü kategorize etmeyi ve ben işte şu şarkıcısıyım, bunu söylüyorum gibi ayırmaktan aslında çok hoşlanmıyorum. O yüzden belki buna müzik, duygu ve psikoloji üçlüsünü bağdaştırmak olarak bakmak daha mantıklı olabilir benim adıma en azından. Önce şunu söyleyeyim, tabii ki bir grupla birlikte sahneye çıktığınızda o grubu oluşturan her bir müzisyenin beraberken benzer şeylere gülmesi, sahne dışında birlikte keyifli vakit geçirmesi, sohbetten keyif alıyor olması gibi vs. şeyler ortaya çıkan müziğe çok böyle, nasıl diyeyim şeffaf ama müziği de epeyce derinleştiren bir katman ekliyor gerçekten. Aradaki grup içi dinamikler gerçekten de müziğe çok yansıyor. Onun dışında dinleyiciyle kurduğum bağları okurken psikoloji mezunu olmamın avantajı… Yani hani psikoloji okuduğunuzda tabii ki bir sihirli değnek deyip de her insanın ne düşündüğünü, ne yaptığını çözmeye başlamıyorsunuz. Böyle bir mucizevi bir süreci yok tabii ki bu işin ama insan daha çok tabii ki içgörü mekanizması geliştirmede birazcık daha hızlanıyor sanırım. Kendi kendine sorular sormak, bunu hissediyorum ama şu anda acaba niye böyle hissediyorum, böyle böyle yaptım ama acaba neden yaptım gibi soruları daha otomatik sormaya başladığınızda bir tık daha iç ses size burada iyisin, burada mutlusun, burada mutsuzsun, bak bu müzisyenlerle keyfin çok yerinde, müzik de sanki başka projelere göre daha bir başka oluyor falan gibi, nasıl diyeyim, çıkarımları belki daha net yapıyor insan. Onun dışında tabii ki dinleyicilerle de bir şey kuruyoruz. Hani bazen oluyor, bugün bu parça buraya gitmez ya, bu dinleyici sanki bunu çok istemiyor şu anda gibi böyle geçtiğimiz parçalar ya da o gün eklediğimiz şeyler falan filan oluyor. Birazcık herhalde birlikte sahneyi paylaştığın insanları dinlemek aynı zamanda da kendini dinlemekle ilgili bir şey. Hisler hiçbir zaman için yanılmıyor. Bunu da müziğe aktarabilmek, sevdiğin insanlarla bunu yapılan müziğe aktarabilmek çok büyük bir zenginlik tabii ki. İnşallah bu da yansıyordur bizi dinleyen insanlara.


ENTELANKARA: Hangi zamanlarda ruhunuzu boğuyor Ankara?


Su İdil: Ankara’yı çok övdük sanırım :) Bu biraz da gerçeklere dönelim sorusu gibi bir şey. Benim ruhumun boğulması açıkçası birazcık havayla çok bağlantılı. Böyle hani Ankara’nın kar yağmayan, çok soğuk olan, yağmur da yağmaz, kapalı basık bir havası olur bazen, basık değil de böyle hava sanki insanın üstüne üstüne geliyormuş gibi. Böyle kapalı ve soğuk havayı ben bir sevmem oldum olası ama aynı hava Çeşme’de olduğunda da çok nadir böyle arada romantize edip, soba yakıp falan ay ne güzel falan gibi şeyler yapsak da aynı havalar yani hepinizin tatile geldiği Çeşme’de de beni aynı şekilde boğuyor. Onun dışında Ankara’da herhalde şeydi ya, böyle bir yere yetişecekken herhangi bir devlet büyüğümüzün kilometrelerce süren araba konvoyunu beklemek durumunda olmak biraz sinir bozucu oluyordu Ankara’da. O anki ruh boğuntusu herhalde içlerinde en net olanı.


ENTELANKARA: Ankara'yı çok sevenler neden çok seviyor sizce?


Su İdil: Ankara’yı çok seven bir Ankaralı olarak kendimden pay biçip cevap vereceğim bu soruya. Başka Ankara severlerle de bu noktada an azından çoğuyla buluşabileceğimizi düşünüyorum çünkü. Ankara’yı güzel kılan şey sanıyorum orada kurulan dostluklar ya da ilişkiler. Çünkü içinde yaşarken şikayet edilen ya da başka şehirlerden bakıldığında “off ne yapıyorsunuz orada, çok sıkıcı bir şehir orası” dedirten aktivite azlığı bir noktadan sonra insanı insana çeviren bir fırsata dönüşüyor. Odağın kayacağı bir sürü alternatif olmadığı zaman günlük rutinden sizi çıkarıp kafa tatili yaptıracak şey günün sonunda Ankara’da diğer insanlar oluyor ve o zaman sanırım ilişkilerinize daha fazla kıymet veriyorsunuz. Günün sonunda aslında baktığın zamanda insanın ruhunu en çok besleyen şey, en azından benim için bu böyle, temelinde güven duygusu olan, gerçek şeylerden konuşabildiğin, anlaşıldığını hissettiğin, geyik yapabildiğin kadar entelektüel şeyler de konuşabildiğin, başkasından bir şeyler öğrenebildiğin ilişkiler kurabilmek. Dolayısıyla Ankara tırnak içinde bu dışarıdan hayretle izlenen kısırlığı dolayısıyla insana böyle bir fırsat sunuyor. Bu bakımdan her zaman için sıcak anılar biriktirdiğin bir yere dönüşüyor Ankara. Bütün sıkıcılığına ve griliğine rağmen. Yani eldekinin kıymetini bilmeye aslında seni mecbur bırakıyor. Ama bunun da kendi hayat yolculuğunda bir süre sonra bir sürü ödülü oluyor bana kalırsa. Dolayısıyla kestirme verebileceğim, çok uzattım sanıyorum, kestirme verebileceğim cevap Ankara’yı güzel kılan şey orada kurmak mecburiyetinde olup sonradan hiç kopamadığın dostluklar.


ENTELANKARA: “Neredeyse çocuk yaşlarımdan beri beraber çalmanın hayalini kurduğum müzisyenlerle ortaya çıkmış bir iş,” şeklinde güzel bir anlatım yüklemişsiniz albümünüze. Kimdi o müzisyenler? Bilsek de tekrar tekrar tanımakta fayda var.


Su İdil: Beklediğim soru buydu çünkü şimdi bahsedeceğim müzisyenlerin benim müzikal kariyerimde ve hayatımda gerçekten yerleri çok başka. 15 yaşında sahneye çıkmaya başladığım için ben tüm bu albümü paylaştığım müzisyenlere hep çok hayranlıkla ve gıptayla bakıp acaba birgün ben de onların birlikte çalmaktan keyif alacağı bir şarkıcı olabilecek miyim, beraber aynı sahneyi paylaşacak mıyız diye hevesle beklediğim insanlardı. Önce tabii ki Onur Aymergen ile başlayacağım. On yıldır benim müzikal yolculuğumda can yoldaşım, artık abi kardeş gibi olduk. Onunla cover çalmayalım, caz standartları çalmayalım artık kendi parçalarımızı çalalım, kendi hikayelerimizi anlatalım diye çıktığımız bir yolculukta Onur parçalarını bana yolluyordu ben üstüne söz yazıyordum vs. Albüm fikrimiz filan çok yoktu. Ozan Musluoğlu ile 2017 yılında Alaçatı’da yoğun bir yaz geçirdik beraber. Orada Ozan bizi o kadar güzel ikna etti ki özellikle beni. Hadi yapalım artık şunu, bak yaşın daha genç, gir şu stüdyoya yapalım, bilmem ne, şudur budur, falan filan diye beni o kadar güzel bu yola soktu ki. Kendisi de bu şeye inanılmaz başkoydu. Bizi Çağrı Sertel ile, Mehmet İkiz ile bir araya getirdi. Hayyam Stüdyoları’nı ayarladı. Her türlü manevi destekte gerçekten yanımızda oldu. Sonrasında Çağrı Sertel zaten müzikal yaklaşımıyla, düzenlemeleriyle, çalımıyla işi bambaşka bir yere taşıdı. Onunla bu süreci paylaştığım için çok büyük mutluluk duyuyorum. Harika bir serüven oldu benim için. Onunla yaptığımız vokal kayıtlarında, albüm kaydının genelinde stüdyo müzisyenliğine dair gerçekten çok fazla şey öğrendim diyebilirim. Mehmet İkiz zaten sihirli, biz zaten hep ona aynı şeyi söylüyoruz, sihirli bir değnek gibi albümün üstüne deydi ve bir sürü şeye bambaşka kapılar açtı. Soundlar, yaklaşımlar, çalımlar, onlar bunlar böyle bir sihirbaz gibiydi gerçekten. Onunla aynı albümü, sonrasında da aynı sahneyi paylaşmış olmak çok harika bir duygu oldu benim için. Kenan Doğulu çocukluk kahramanlarımdan bir tanesiydi, hala öyle. Konserlerinde on iki yaşındaki Su gibi aynı hevesle ve aynı heyecanla tepindiğim bir insan. Onunla böyle bir ilişki kurmuş olmak, onun en sevdiğim parçalarından birini bize hediye etmiş olması herhalde hayatım boyunca aldığım en kıymetli hediyelerden biri. Hepsine bir kez daha çok teşekkür ederim. Çok minnet duyuyorum benimle bu süreci paylaştıkları için, bu işe baş koydukları için. Hepsini çok seviyorum, kocaman sarılıyorum, iyi ki varlar.


ENTELANKARA: Son yıllarda gittiğiniz ve aklınıza yer eden tiyatro, konser veya herhangi bir sahne etkinliği var mı?


Su İdil: Son yıllarda gittiğiniz ve aklınızda yer eden sanatsal aktiviteler, sahne etkinlikleri biraz ciğer dağlayan da bir soru bir yandan. Çünkü pandemi yüzünden o kadar uzak kaldık ki bu tip etkinliklere en son neden bu kadar etkilenmiştik, ne olmuştuyu hatırlamak bazen zor oluyor. Konserle başlayayım, üstünden zaman geçti epeyce ama 2014 ya da 2015 yılıydı sanıyorum. Ben daha İstanbul’da yeni palazlanmaya başladığım dönemler. Tek başıma Kenny Barron ve Dave Holland’ın konserine gitmiştim Zorlu’da. Hatta geçen gün gördüm Facebook’a şey yazmışım o zaman, ipek ya da satene dokunmak gibi bir şeydi yaptıkları müzik diye. Çok büyülenmiştim o konserden gerçekten. Tiyatro benim için Ankara’yla ve ilk gençlik yıllarımla bağdaşan Erdal Beşikçioğlu’nun oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri olacak herhalde. Tekrar tekrar gitmiştim, çok bayıla bayıla da izlemiştim. Güzeldi o yıllar. Onun dışında şu an net bir biçimde aklıma gelen, muhtemelen aklıma şeyde gelecek, bu röportajı dinlerken “aa ben esas buna gitmiştim, nasıl unuttum” falan diyeceğim ama inanın şu anda net bir şey söyleyemiyorum. Hatırlayamadım.


ENTELANKARA: Üç yazar, üç yönetmen, üç de müzisyen ismi istesek sizden?


Su İdil: İsteyin tabii ki ama böyle üçe ikiye indirgemeli, işte en çoklu sorular bende böyle anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı sorusunun yarattığı kaygıyı yaratsa da deneyeceğim sizin için. Yazarların ilkine kesinlikle ve kesinlikle Sabahattin Ali’yi koyuyorum. İkiye tüm kitaplarını okumamış olsam da İnsan Olmak ve Hayat kitapları benim içimde çok başka pencereler açtığı için Engin Geçtan diyeceğim. Üçe de, Türk yazarları daha çok okuyorum galiba, böyle yolda yürürken bile elimden düşüremediğim romanları yazan Hakan Günday diyebilirim. Yönetmenler, biraz beylik olacak sanırım ama Nuri Bilge Ceylan tabii ki. David Fincher ve Tim Burton. Müzisyenler ayrıştırması iyice zor benim için. Ama birinci sıraya kesinlikle Shirley Horn’u koyuyorum. İkinci sıraya Quincy Jones, birkaç soru önce de anlattığım gibi. üçüncü seçenek de Miles Davis ve Oscar Peterson arasında kalacağım. Onu tek bir seçenek gibi kabul edelim, bir tane de sizden bonus olsun.


ENTELANKARA: Yıllardır birlikte çalıp söylediğiniz isimler var. Geçen yıllar, biriktirilen anılar ve kuvvetlenen organik bağ müziğinize nasıl yansıyor?


Su İdil: Bu aslında dostluk ilişkilerine yani kuvvetli dostluk ilişkilerine benzeyen bir şey. Bazen çocukluk arkadaşlarınızla olur bazen yeni tanıştığınız ama kısa sürede pek çok şeyi birlikte paylaştığınız yeni bir dostunuzla da olabilir. Bir müddet sonra her ilişkinin bir eşiği vardır. Öyle bir noktaya gelirsiniz ki artık içinizde hiçbir şekilde şu kaygıyı hissetmezsiniz, işte böyle dedim ama yanlış anlaşıldım mı acaba, kendimi doğru anlatabildim mi filan gibi sorulara yer kalmaz artık o iletişimin içinde. Tüm bu sorular yerini güzel bir ahenge bırakır. Müzisyen arkadaşlığında, müzisyen birlikteliğinde sahnede ortaya çıkan şeyde de bazen gerçekten bir bakışla pek çok şey anlaşılabilir hale geliyor. Bu da tabii ki hem müziğe yansıyor hem de yaptığınız işten aldığınız keyfe bir katma değer olarak dönüyor diyebilirim.


ENTELANKARA: Sizi stalkladık ve Ankara hikayelerinizde şunu bulduk: “Doktoru ultra iyi ve güvenilir, seyircisi kültürlü, dostu dost, sohbeti goygoydan öteye geçebiliyor, sanatseveri bol, bi de bütün bunların üstüne taksicileri saygılı shhdhs ❤ ‘Abi deniz yok orada çok sıkılmıyor musunuz yeaaa’layanar ağlayarak günlüklerine yazabilirler.” Ankara size neler kattı ve katmaya devam ediyor?


Su İdil: :) Evet, böyle bir story atmıştım. Kendimle başbaşa bir Ankara gecesiydi o gün. Avishai Cohen konserini dinlemiştim CSO’da. Çıkışında da CerModern’de Edith Piaf’ın La Mome film gösterimine denk gelmiştim ve böyle aslında burası ne kadar güzel bir şehir. Bir yandan da işte insanları ne kadar sanat seviyor, niye insanlar Ankara’nın kıymetini bilmiyor falan diye kendi kendimi gaza getirdiğim bir akşamdı. Aynı akşamın gündüzünde de yaklaşık kırk beş gün kurtulamadığım bir alerjik riniti yine her zamanki gibi Ankaralı doktorum Sait Yücel çözmüştü. Ona duyduğum minnetin verdiği bir gaz da var tabii bu storyde. Yani dediğim gibi, herhalde Ankara tarihi boyunca bu kadar övülmemiştir diye tahmin ediyorum. Ankara bana çok şey kattı. Beni ben yapan yer aslında. Bütün kimliğimin oluştuğu dönemlerde ben Ankara’da büyüyordum. Güvenilir bir yer. Her zaman için günahınızla sevabınızla gittiğinizde sizi bir ana gibi kucaklayıp “tamam geçti artık, güvendesin” diyen bir yer benim için. O yüzden her zaman Ankara sıcak bir ana kucağı olarak güzel anılar biriktirdiğim bir şehir olarak, memleketim olarak kalacak kalbimde. Öyle uzaktan bilip bilmeden Ankara’yı daha fazla karalamayınız, nokta. :)


ENTELANKARA: Türkiye çapında hem katıldığınız hem de dinleyici olarak takip etmekten keyif aldığınız caz festivalleri hangiler?


Su İdil: Türkiye’de bir sürü güzel festival yapılıyor. Benim katılıp çok keyif aldığım Bozcaada Caz Festival’i, SunJazz’de çalmıştık Çeşme’de çok keyifliydi. Yani bir sürü esasında güzel festival oluyor. Bunlar da tabii Türkiye’deki müzisyenlere yeni yeni sahne almaya başlayan insanlara alan yarattığı için kıymetli organizasyonlar. Tek tek ayıramayacağım sanırım ya. Keyifli hepsi, katıldığım çoğu festivalden son derece keyif aldım. Bundan sonra da pandemi ya da herhangi bir sistematik engelle karşılaşmazsak içinde bulunmaktan ya da dinlemekten keyif alacağım bir sürü festival olmasını diliyorum.


ENTELANKARA: Müzik kariyerinizdeki dönüm noktaları hangileriydi? Zamanında şunu iyi ki yapmışım, böyle bir tercihte bulunmuşum dediğiniz kararlarınız neler mesela?


Su İdil: Bunun ilkine babamın ben 15 yaşındayken İstanbul’da bir toplantı çıkışı Nardis’e konser dinlemeye gidip Zuhal ablayla yaptığı sohbet geliyor sanırım. Babam işte Zuhal ablaya uzun uzun Genç Caz Vokal Yarışması ile ilgili sorular sorunca Zuhal hocam da merak ediyor, koskoca adam niye bu soruları soruyor diye. Babam da işte böyle böyle “benim 15 yaşımda bir kızım var, caz söylüyor, onun bu yarışmaya katılmasını çok isterim” deyince Zuhal abla da haklı olarak “canım genç caz dediysek de çoluk çocuk yarışması değil, buraya katılanlar yetişkinler” şöyle böyle falan filan deyince babam biraz bunun gazına geliyor. Normalde çok helikopter ebeveyn, anne babam yoktur ama babamın içine doğmuş sanırım bunun hayırlı bir şey olacağı. Ankara’ya dönünce bana dedi ki “gel sana demo kayıt yapalım, beğenirsen Nardis’e gönderirsin, beğenmezsen göndermezsin. Yarışmaya katılırsan da 15 yaşında ödüllü bir sanatçı olursun, kaybedersen de hiçbir şey kaybetmezsin, daha yaşın çok küçük” falan deyince içimi rahatlattı. Ben de demoyu yaptım, fena da olmayınca Nardis’e yolladık. İşte Nardis’i kazandım. Sibel Köse ile daha 16 yaşlarımın başında Polonya Plovdiv’de caz kampında on gün, on iki gün geçirdik. Oralı müzisyenlerle, daha doğrusu Dünya’nın pek çok yerinden gelen müzisyenlerle, hocalarla. Nefis bir deneyimdi. Sonrasında bana tabii ki çok şey kattı bu. Hem Türkiye’ye döndüğümüzde tanıştığımız müzisyenlerle, Janusz Szprot’la tanışma ve çalışma fırsatı buldum. O benim ilk müziğe başladığım yıllarda Janusz Szprot, Murat Ulus, Cem Aksel, bu insanlarla aynı sahneyi paylaşmış olmak, onların sahnesinde pişmek bana çok fazla şey kattı. Sonrasında İstanbul’daki müzisyenlerle tanışmak, onlarla aynı sahneleri paylaşmak için tabii ki kapıları açtı. Bir başka dönüm noktasını Onur Aymergen’le tanışmak diyebilirim. Onur Musluoğlu, Çağrı Sertel, Mehmet İkizle tanışmak ve albüm yapmak diyebilirim. Bunlar sanırım. Bir Nardis yarışmasına katılmış olmak, iki Onur Aymergen’le tanışıp müzik yapmaya başlamış olmak, üçüncüsü de Anlat Bana albümüne, bu yola baş koyup “hadi yapalım şu işi” deyip bu müzisyenlerle bir araya gelmiş olmak. Şahaneydi.


ENTELANKARA: Son zamanlarda etkileyici bulduğunuz dizi ve filmler hangileriydi? Neden etkilemişlerdi?


Su İdil: Diziden gideyim. Bir Başkadır’dan pek çok insan gibi ben de etkilendim. Bana göre Türkiye’yi en iyi anlatan dizilerden bir tanesiydi, hatta bana kalırsa en iyisiydi. Şahsiyet’ten çok etkilendim. Downton Abbey inanılmaz içine çekti beni. Yeni bir ailem olmuş gibi soluksuz izledim. Filme gelince, daha çok dizi insanıyım galiba. Hatta böyle çok evde tek başımayken açayım izleyeyimden çok sanırım bir şeyler dinleyip okumak ve bir şeyler çizmek daha çok hoşuma gidiyor. Film izlemek benim için başkalarıyla yorumlayarak yapılan bir şey olduğu için çok fazla film mesaim yok aslında tek başıma olduğum zaman. Son dönemde beni en çok sanırım ispanyol filmleri etkiliyor. Tahmin edilemez oldukları için artık bazı Türk filmlerinde ve Hollywood filmlerinde çünkü filmin başında hatta fragmanında nasıl biteceğini bildiğiniz için işin pek bir heyecanı kalmıyor. İspanyol filmlerinin genel olarak ters köşelerini seviyorum. Şu film diye bir şey söyleyemeyeceğim yine pişman olacağım muhtemelen. Aa şu vardı niye aklıma gelmedi diye. Ama şimdilik bu sorunun cevabı bu kadar.


ENTELANKARA: Aynı soruyu kitaplar için soralım. Nedenleriyle birlikte sizde iz bırakan kitapları öğrenebilir miyiz?


Su İdil: Son dönemde Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ını tekrar okudum. İnanılmaz insan tasvirleri var içinde. Gerçekten Sabahattin Ali başka bir adam. Onun dışında Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur kitabı tamamıyla harika bir aileniz olsa da, içinde mutsuz olduğunuz bir aileniz olsa da kendinize dair bireysel olarak içinizden çok fazla şey bulabileceğiniz bir kitap. Şu anda pişmanlığı geldi. Demiştim aklıma sonradan gelecek diye. Üç yazara kesinlikle aslında eklemeliydim. Oruç Aruoba’nın bütün kitapları diyebilirim. Dili, bakışı, her şeyiyle çok başka biri. Oruç Aruoba’sız bir kitaplık düşünemiyorum. Cemal Süreya, Edip Cansever, Özdemir Asaf bu insanların yeri de çok ayrı. Gerçekten yazar konusunda seçici olmak müzisyenler kadar zor benim için. Şu anda neleri okuyorum? Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları son derece sürükleyici gidiyor. Okuduğum ilk Orhan Pamuk romanı. Emrah Serbes’in Deli Duman’ını okuyorum. Sofie’nin Dünyası’na yeniden başladım. Unutmuşum. Biz üniversitedeyken Doğan Kökdemir hocamızın ders kitabıydı Sofie’nin Dünyası. Gerçekten döne dolaşa okunası bir kitap. Sanırım bunlar. daha konuşsak bir sürü çıkar tahminen.


ENTELANKARA: İlerleyen zamanlarda sizi nerelerde dinleyebileceğiz?


Su İdil: 15 Aralık’ta Ankara’ya geliyoruz. CSO Mavi Salonda çalacağız. Piyanoda Doruk Çebi, bas gitarda Halil Çağlar Serin, davulda Burak Durman, gitarda Onur Aymergen’den oluşan fişek gibi bir ekiple çok sevdiğim dostlarımla albümümü çalacağız Mavi Salon’un ve CSO’daki salonların akustiğinin çok güzel olduğunu biliyorum. Dinlediğim konserde de mest olmuştum zaten Avishai Cohen’de. Hem Ankara seyircisiyle, dinleyicisiyle buluşacağımız için çok heyecanlıyız. Hem de albümü konser konser bir şekilde çalacağımız için son derece heyecanlıyız. Herkesi mutlaka bekliyoruz. Onun dışında da ilerleyen zamanlarda belli oldukça mutlaka Instagram’dan nerelerde çalıyoruz, ne yapıyoruz duyuruyorum. Oradan takip edebilirsiniz.


ENTELANKARA: Son sözleri tamamen size bırakıyoruz. Yaptıklarınıza, yapacaklarınıza, üretimlerinize dair neler söylemek istersiniz. ENTELANKARA dinleyicilerine son tavsiyelerinizi, önerilerinizi, umut aşılayan "aforizmalarınızı" dinliyoruz.


Su İdil: Öncelikle ENTELANKARA ekibine bana böyle zihinsel bir Ankara turu yaptırdıkları için, başında sona kariyerimde neler olmuş neler bitmiş bir göz atma fırsatı verdikleri için çok teşekkür ederim. Sorular şahaneydi ve çok keyifliydi cevap vermesi. Bu kış biraz daha üretim yapmak istiyorum elbette. Anlat Bana’dan sonra yeni bir şeyler çıkarmak için uğraşıyorum. Son dönemde çizimler biraz elimi oyalasa da bu tabii ki beni müzikten koparmadı. Söz yazmaya, şiir yazmaya çalışıyorum. Bunlara devam ediyorum. Onun dışında umut aşılayan aforizmalara kısmına gelince, biliyorum şu dönemde insan tutunacak dal bulmakta çok zorlanıyor. Yaşamak gittikçe zorlaşıyor. Ama yine de insanın tutku duyduğu bir şeyler oldukça hayatında bir umut kırıntısı bile yetiyor gerçekten hayatı yaşanabilir kılmak için. Kendinize, sevdiklerinize iyi bakın, içinize iyi bakın. O size doğruyu söylüyordur mutlaka. Dışarıdaki seslerin, başka insanların söylediklerinin içinizdeki sesi bastırmasına izin vermeyin. Son tavsiyelerim sanıyorum böyle. Çok teşekkür ediyorum dinlediğiniz için, görüşmek üzere.


Sanatıyla, şarkılarıyla, dostlarıyla, Ankara'yla olan ilişkisine dair sorduğumuz soruları yanıtladı Su İdil. Bizlerde zevkle dinledik. Çok teşekkür ediyorum kendisine, güzel bir söyleşi oldu gerçekten. Bu bölüm burada noktalayalım. Haftaya görüşmek dileğiyle, kendinize iyi bakın.


Tüm podcastlerimiz Spotify, Apple, Google ve hatta YouTube'da...

78 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2_Post
bottom of page